Eylül ayı, pek o kadar soğuk olmaz. Ağaçlar sararıp, yapraklarını savursa, hava serinleyip, rüzgar hırçınlaşsa da, sonbaharın kendine has güzellikleri bir hoş eder insanı. Üç Eylül'de, bütün arkadaşlar İstanbul Sirkeci Gan'nda buluşacaktık. Hasan Bey Trabzon'dan, Halis Konya'dan, Ekrem Gümüşhane'den gelecekti. Ben ise Ankara'dan katılacaktım onlara.
O sabah, ailem ve komşuların gözyaşları arasında yola çıktım. Sonradan öğrendiğime göre, taksi sokağın köşesini döner dönmez, kızım üzüntüsünden düşüp bayılmış.
İstanbul'a ilk defa gidiyordum. Bolu dağında hafif sis ve yağmur vardı. İstanbul, ulu camileri ve büyülü boğaz manzarası ile muhteşemdi. Fatih Sultan Mehmet, Asya'nın ve Avrupa'nın bu altın kolyesine, bu kadar şehidi boşuna vermemiş. İki Cihan Serveri, bu fethi boşuna müjdelememişti. Şairlerse, bu aziz şehre aşık olmakta yerden göğe kadar haklıymışlar. Bunu İstanbul'u görünce anladım.
Boğaz Köprüsü'nden Avrupa yakasına geçişte, gördüklerimi ifade etmekte kelimeler bulamıyorum. Taşlar yerine oturmayabilir, beni affedin.
Otobüs, beni Beşiktaş'ta indirdi. Taksi ile Sirkeci'ye gitmek için üzerinden geçtiğimiz köprü, bir zamanlar Leventlerin gemileri karadan çekerek indirdikleri Haliç Köprüsü imiş
Sirkeci Garı düşündüğüm kadar büyük değildi. Yolcu salonunda arkadaşları göremedim. Sağa sola bakınırken Hasan Bey karşıdan göründü. Kucaklaşıp selamlaştıktan sonra, diğerlerini beklemeye başladık. Biz yolculuğumuzun nasıl geçeceğini konuşurken, arkadaşlar da geldiler. Hep beraber, yolda yiyeceklerimizi, eşlerimizin koyduğu yollukları gözden geçirdikten sonra, alacaklarımızın listesini yaptık.
Söylenildiğine göre bu yolu, İstanbul Ekspres adlı trenle, Bulgaristan, Yugoslavya ve Avusturya üzerinden, Almanya'nın Münih şehrine üç gün, üç gecede varacakmışız. Doğrusu korkuyor muyduk? Yoksa, Avrupa'ya gidecek olmanın verdiği şaşkınlıkla bu yolculuğu tanımlayamıyormuyduk, belli değildi.
Yolculuk süresince, nelerle karşılacağımız konusunda, hiçbirimiz fikir ileri süremedik. Bütün bu karma karışık duygular içersinde, bir görevliye İstanbul Ekspres'in nereden, saat kaçta hareket edeceğini sorduk. Görevli, 'Trenin birinci perondan, saat onaltıda hareket edeceğini, rötar olursa anons edileceğini" söyledi.
Arkadaşlar eşyalarımızın başında beklerken Hasan Bey'le, ekmek, kızarmış tavuk ve tatlı almaya gittik. Herkes bu arada eksik birşeylerinin olup olmadığını kontrol ediyordu..
Tren perona yaklaştığında, elimizdeki biletleri görevliye göstererek hangi vagona binmemiz gerektiğini sorduk. Görevli, Türk vagonunda yolculuk yapacağımızı ve vagonda görevli kondüktörün bize Almanya'ya kadar yardımcı olacağını söyledi. Trende her ülkenin ikişer vagonu ve başında kendi görevlilerinin olduğunu o zaman öğrendik.
Trene binip yerleşmeye başladık. Benim valizim oldukça büyük ve ağırdı. Üç arkadaş, valizi zorlukla tavandaki yerine yerleştirdikten sonra, Halis Bey "Abi gözünü seveyim, inşallah bu valizi indirip, kaldırmayız." dedi. Tren, uzun uzun düdük çalarak gardan ayrıldı. Bu ses, bende hep hüznü ve gurbeti çağrıştırır. Bir müddet sonra lstanbul'un o görkemli siluetini geride bırakarak yol almaya başladık.
Biz de, kompartımanımızı, uzun yolculuğumuza göre düzenlemeye başladık. Görevli Kırklarelili bir gençti. Kompartımana gelerek çay demlediğini ve istersek içebileceğimizi söyledi. Biz sıcak çaylarımızı yudumlarken, tren Çerkezköy'e ulaşmıştı.
Güneş bir türlü batmıyor. Sanki bizi yalnız bırakmak istemiyordu. Tren tekerleklerinin raylar üzerindeki o bitmeyen senfonisine artık alışmıştık. Hasan, sazı eline alınca hepimize bir gariplik çöktü. Türküler, uzun havalara, ağıtlar, ah vahlara karıştı.
Hakkımızda hayırlısı, binmiştik bir alamete, gidiyorduk kıyamete.
Gün batımında, Sinan bilgeliğiyle bezenmiş kubbe ve minareleriyle Selimiye Cami, serhat şehrimiz Edirne'nin ortasında; "En kasvetli anında bile, ben sana yeterim." edasıyla yükseliyordu. Ecdadımın, Avrupa kapılarındaki ihtişam ve gururuydu.
Nihayet, Avrupa'ya açılan sınır kapısı, Kapıkule'deydik. Son sıcak yemeklerimizi burada yiyerek, gümrük ve pasaport işlemlerimizi tamamladık. Hasan Bey, tavuk paketlerimizi bozulmamaları için kompartımanın camından dışarı sarkıtmıştı. Onları içeri aldık. Her gümrük kontrolünde, tavuklar bitene kadar bunu tekrarlayacaktık.
Bulgaristan gümrüğüne girerken bir hoş olduk. Bu cennet vatanı hepimiz ilk defa terk ediyorduk. Ailelerimiz ve arkadaşlarımız artık geride kalmıştı. Herkes gözyaşlarını birbirinden saklamaya çalışıyor ama muvaffak olamıyordu.
Bulgaristan gümrük görevlileri Türkçe biliyorlardı. Aslında şaşırmamamız gerekiyordu ama şaşırmıştık. Bunca yıllık komşuyduk ve Bulgaristan'da binlerce Türk yaşıyordu. Vagonlar arasında şöyle bir gezintiye çıktığımızda, trende her milletten yolcular olduğunu anladık. Vagon görevlisinin, Bulgaristan’da çok hırsızlık olduğunu, dikkatli olmamız gerektiğini söylediğinde, o zamana kadar hiç aklımıza getirmediğimiz korku ile ilk defa buluştuk.
Yugoslavya gümrüğüne girdiğimizde tan yeri ağarmıştı. Havanın soğukluğundan oldukça yüksek bir yerde olduğumuz anlaşılıyordu. Trenin çevresinde askerler dolaşıyor ve eğilip, ellerindeki fenerlerle vagonların altını kontrol ediyorlardı. Tedirgin olmuştuk. Görevli arkadaş valizlerin kontrol edilebileceğini söylediğinde. Halis Bey, yüzüme "Yapma abi." dercesine bakıyordu. Hazırlıklı olmalıydık. Önce benim valizi, sonra diğerlerini hazır ettik. Düşündüğümüz gibi olmadı. Fazla önemsemeden pasaportlarımızı damgalayarak verdiler.
Halis'in sırtını sıvazlayarak sandığı tekrar yerine kaldırdık. Halis, valizime artık sandık diyordu.
Niş üzerinden, birkaç saat sonra Belgrad'a gireceğimizi söyleyen kondüktör çaylarımızı yenilemişti. Biz de peynir, zeytin, börek ve çöreklerle harika bir kahvaltı sofrası hazırlamıştık.
Bu arada, sohbetlerle birlikte kompartımanlar arası küçük arkadaşlıklar başlamıştı. Saatlar süren bir yolculuktan sonra bir tünele girdik Tünel, oldukça uzundu ve canımız sıkılmıştı. Tünelin bitimiyle birlikte, devasa binaları ile Belgrad karşımızdaydı. Dört tarafı dağlarla çevrili bu şehir Orta Avrupa'nın Paris'iymiş. Tren büyük bir köprü üzerinden yavaş yavaş şehrin iç kısımlarına ilerlerken görevli arkadaşımızın, üzerinde bulunduğumuz nehrin Tuna'yı besleyen Sava Nehri olduğunu söylemesi ile birlikte gözyaşlarımızı tutamayarak, koro halinde; "Tuna nehri akmam diyor etrafımı yıkmam diyor" türküsünün nağmeleri ile vagonu inlettik.
Evet, türkü ve hikayeleri ile büyüdüğümüz Tuna. ayaklarımızın altındaydı ve göz yaşlarımız damla damla bağrına dökülüyordu.
Tren, Belgrad garından çok yolcu aldı. Bunlar özellikle, Almanya'da işçi olarak bulunan Kosovalı ve Bosnalı Türkler ile Boşnaklar ve Amavutlarmış. Tabii ki Sırplar da çoğunluktaydı. Sırplar, bizim için komünistti. Onlara temkinli bakıyorduk. Onlarında bize bakışları ve tren koridorlarındaki dolaşmaları farklıydı. Sırpların kaba insanlar olduğu konuşmaları ve hareketlerinden belliydi.
Belgrad'ı yine bir tünelden terk ederek, Zagrep'e kadar sürecek, Belgrad Ovası'ndaki yolculuğumuza başladık.. Trenden görebildiğimiz kadarıyla, ova göz alabildiğine düz ve adam boyu mısır tarlalarıyla kaplıydı. Bir an Osmanlının bu verimli toprakları nasıl terkederek, bıraktığım düşündük. Hayıflanmamak elde değildi. Bu yolculuk altı yedi saat kadar sürdü. Zagrep'te kar serpiştiriyordu.
Bizim ise Almanya'da nelerle karşılacağımız, nerede kalıp, nasıl bir okulda öğretmenlik yapacağımız konularında tartışmaktan çenelerimiz ağrımıştı. Bizi en çok tedirgin eden Almanca bilmemekti .. Artık yirmi dört saat, iyi ve kötü anlarımızda Almanlarla beraber olacaktık. Nasıl anlaşacaktık bu insanlarla. Bu durum morallerimizi bozmuştu. Bir dil öğrenememiş olmanın faturasını ise çeşitli kesimlere kesmekte anlaşamıyorduk.
Villach,karlarla kaplı küçük bir Avusturya sınır şehriydi.Üşümeye başlamıştık Gümrük görevlisi,pasaport kontrolünde öğretmen olduğumuzu ve Almanya'ya gittiğimizi
öğrenince, boynunda asılı, üzerinde evrakları kontrol ettiği tahta zemin üzerine kalıncabir kitabı açarak, tek tek, “Herr Kirdiş,Herr Tanrıverdi “diye soyadlarımızı söyleyip pasaportlarımızı mühürleyerek iyi yolculuklar diledi. Hepimiz şaşırmıştık. Bu nasıl işti. Almanlar, Avusturya sınır kapısına isimlerimizi göndererek, rahat geçişimizi sağlıyorlardı..
Yolculuk oldukça ilginçleşiyordu. Bundan sonra daha nelerle karşılaşacağımızı tahmin edemiyorduk. Avusturya oldukça dağlık ve sarp bir arazi yapısına sahipti. Tren penceresinden, çevredeki köyleri çok aşağılarda izliyor, oldukça yüksek viyadüklerle bir tepeden bir başka tepeye ulaşıyorduk.
Almanya sınırında sivri tepelerin arasına sıkışıp kalmış Salzburg'da, lapa lapa kar yağıyordu. Avustur'ya bitmişti. Salzburg, iki ülke arasında sınır şehriydi.
Alman gümrük görevlisi fazla incelemeden pasaportlarımızı onayladı.Artık Almanya'daydık.
Tren, Münih'e doğru hareket ettiğinde, bizde son yiyeceklerimizi bitirmekle meşguldük. Çevrede görünen manzara harikaydı. Yemyeşil ormanların arasında düzenli görünümüyle köyler ve kasabaları izliyorduk. Vagon görevlimiz bir müddet sonra Münih'te olacağımızı söyleyince, valizlerimizi indirerek hazırlanmaya başladık.
Münih tren istasyonu çok büyük ve kalabalıktı. Eşyalarımızı trenden indirirken bir Bey yanımıza yaklaşarak, "Hoş geldiniz ben öğretmen Mustafa Ceyhan, sizi Augsburg'a götüreceğim. Ama önce konsolosluğa gitmemiz gerek." dedi. Eşyalarımızı emanete bırakıp. bir taksiye binerek konsolosluğun yolunu tuttuk. Arkadaşımızın Almancası güzeldi.
Konsolosluk binasında. Eğitim Ataşesi ile tanışıp, yanımızda getirdiğimiz evraklarımızı teslim ettik. Ataşe Bey. yolculuğumuzun nasıl geçtiğini sorup, Ekrem Bey'in dışında hepimizin Agusburg'da görev yapacağını söyledi. Mustafa Bey'in de orada öğretmenlik yaptığını ve bize her zaman yardımcı olacağını ekledi.
Ekrem Bey, bir başka yerde görevlendirildiğini öğrenince üzülmüştü. Konsolosluktan ayrılıp, tekrar tren istasyonuna geldik. Bir müddet sonra Ausburg'a gidecek trendeydik Ama bu tren, hiç de bizi buraya getiren trene benzemiyordu. Daha lüks ve daha temizdi.
Ausburg'a indiğimizde valizimin sapı koptu. Valizi Halis'le kucaklayarak taksinin bagajına koyduk. Artık uzunca bir süre yaşayacağımız şehrin içerilerine doğru yol alıyorduk.
Mustafa Bey'in Hanımı, sıcacık mercimek çorbası ve çeşit çeşit yemeklerle bizi ağırladı. Üç gün süren yolcuğun ardından, bu sıcak karşılama ile kendimize gelebilmiştik.
Arkadaşımız çaydan sonra bizi şimdilik kalacağımız Hayım denilen yere götürdü. Hayım tek veya iki kişilik odalarla, odaların dışında her şeyin ortak kullanıldığı pansiyon imiş. Herkes uygun odalara yerleşmeye başladı. Bu yerde her milletten insanlar kalıyordu.
Nihayet, elin bu garip memleketinde, bir başımıza idik. Yan odaların bazılarından Yunanca, bazılarından Bulgarca şarkılar duyuluyordu.
Hasan beyin odasından ise "Gönül gurbet ele gitme, ya gelinir, ya gelinmez." türküsünün nağmeleri yükselince, bir sigara yakıp yatağa uzandım.Yastık biraz nemliydi galiba ama ben ağlamıyordum.