Bu dünyada imanla yaşayıp, yetimlerin başını okşuyorsak; öğrenim gençliğine ve ilim talebelerine destek oluyor, kimsesizleri sevindiriyorsak, ne mutlu bize! Güzel bir söz okumuştum, diyordu ki:
“Dili kalbine inmeyen zahir ehli bizi anlayamaz. Hal ehli biri var ise, gelsin, onunla dilsiz konuşalım.”
Elinize çayınızı, kahvenizi alın; önyargılarınızı ise çöp kutusuna atın. O zaman, haydi başlayalım.
Politikanın yaşayan putları ve onlara biat eden tepkisiz toplumlar, hastalıklı ve tedaviye muhtaç toplumlardır. Öncelikle bu kitlelere maneviyat şırıngası yapılmalı; ardından vatan ve memleket sevgisinin şuuru ile sorgulama ve hesap sorma bilinciyle yüzleşmek gerekir.
“Özerklik” safsatası gibi söylemlerle halka yutturulmaya çalışılan gizli programlar ve zehirler var. DSÖ ile iş tutuyorsunuz; halk şu an ne yaptığınızı anlamıyor olabilir ama anladığında, tarla faresi gibi kaçacak delik bulamayacaksınız.
DSÖ ile “salgın anayasası” imzalamak, küresel sermayelere hizmet ettiğinizin resmî kanıtıdır. Lafı dolandırmaya gerek yok. Politik yazıları pek sevmem ama konu halk ve vatan olunca yazmak elzem oldu.
Kıymetli gönül dostlarım, amacım hiçbir siyasi partiye muhalefet etmek değildir. Size randevu bile vermeyen, makamına dahi giremediğiniz ucuz politikacılar için birbirinizin gönlünü kırdınız. Sonuç ne oldu? Onlar yollarına devam etti, siz dostlarınızla küs kaldınız.
Buna değdi mi?
ABD projesi olan BOP hâlâ devam ediyor. Birileriyle yürünen yol, Apo ile son bulacak. Bu süreci acı acı gözlemleyen şehit çocuklarının gözlerinden öpüyor, ailelerine sabırlar diliyorum.
Bizi bize bırakmıyorlar maalesef; başkaları yönlendiriyor! Uyanın artık!
Bir ekonomik kriz bu kadar yıl sürer mi? Ülkemizde sürüyor, ne yazık ki…
Oysa Allah, rızka kefil olmuştur. Ama bunu ancak cebinize dokununca anladınız.
Demem o ki, bu halk tepkisizse, olanlara layıktır.
Dert bir değil ki… Eğitim, tarım, ekonomi… Say say bitmez. Neyse, biz kendi alanımıza bakalım ve sanata geçelim.
Bu ülkede çağdaşlık adı altında bütün rezillikler sergileniyor. Sözde sanatçılar, toplumun ahlakını; giyimiyle, kuşamıyla, yaşantısıyla olumsuz etkiliyor.
Özellikle de iç çamaşırlarını sergileyerek teşhircilik yapıyorlar. Buna da “sanat” deyip ahlaksızlığı yayıyorlar.
Yapılan araştırmalara göre Türkiye, sigara kullanımında OECD ülkeleri arasında ilk sırada. Nasıl olduysa, son yıllarda nargile özentisi başladı.
Aslında kültürümüzde yeri olmayan bu alışkanlık, sanki ecdat yadigârıymış gibi lanse edildi.
Gerçekten hayatı önemsiyorsanız ve yaşam boyu anlamsız şeylerin peşinde koşmak istemiyorsanız; hayatı, dolu dolu sevgiyle ve muhabbetle, aile ve arkadaş çevremizle iletişim halinde tasavvur etmeliyiz.
Genç nesil, neredeyse iç çamaşırıyla pervasızca sokakta gezmeye başladı.
Halkı Müslüman olan bir ülke, bu iğrençliği, bu ruhsuzluğu hak etmiyor.
Necip Fazıl’ın bir sözü geldi aklıma:
“Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarsınız!”
Gerçek Müslüman olsaydınız, bu hallerin hiçbiri başımıza gelmezdi!
Bir başkası, yatak odası kıyafetiyle dışarı çıkıyor. Bunlardan mı Fatihler, Süleymanlar, Akşemseddinler yetişecek Allah aşkına?
Ahlak can çekişiyor!
Necip Fazıl ne diyordu:
“Durun Kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak!”
Neyse, geçelim bir diğer konuya.
İklim Değişikliği Bakanlığımız var ya…
İklimin değiştiği falan yok; manevi iklim değişiyor!
İmansızlık ateşiyle yanan bir gençlik var.
Başımızda dönen hain tuzaklar, üzerimizde dolanan kara bulutlar, küfrün sarmalında kalmış şuursuz bir ümmet ve evlerimizde yanan cehennem ateşi…
Hangisine yanalım?
Batının kuklası olmuş politikacılara mı?
Oysa ruhumuzu besleyen maneviyat rayihası artık yok.
Bazı insanların iç âlemleri, kanserli hücreler gibi kist bağlamış; irinli bataklıklar gibi dışa vuruyor.
İçimiz dışımız bir değil. Dışımız süslü, içimiz kof. Çünkü okumuyoruz, kendimizi geliştirmiyoruz, sorgulamıyoruz.
Apartmandan bozma lise düzeyindeki üniversitelerde yetişen nesil; bilginin ve liyakatin cezalandırıldığı, sorumsuzluğun ve cehaletin ödüllendirildiği bir düzende büyüyor.
Batık ekonomi düzelir, fabrikalar yeniden kurulur…
Ama ya nesil?
Asıl soru şu:
Biz bu nesli nasıl kurtaracağız?
İman şuuru, maneviyat ruhu bu nesle nasıl işlenir?
Dindar nesil yok oluyor ama kindar bir toplumla imtihan ediliyoruz.
Bizim nesil; katı, aksi, deli, serttir… Ama aynı zamanda mert, hoşgörülü ve merhametlidir.
Türklüğün geninde esaret yoktur. Bu yüzden genlerimizle oynuyorlar: Gıdalarla, sularla, havadan sıkılan kimyasallarla bizi hasta ediyorlar.
Çaba göstermeyen, elini taşın altına koymayan, her adımı hesaplayarak yaşayan ve gururuna çarpılan herkes kaybetmeye mahkûmdur.
Aydın ve yazarlarımızın, hakikat karşısında susmamaları; kalemlerinin ve kelamlarının hakkını vermeleri gerekirdi.
Vatansever bir yazarın vasıtası kalem, vakarı kelam, yaşantısı ise tefekkür olmalıdır.
Kaleminin ve yazdıklarının hesabını mahşerde vereceğini unutmamalıdır.
Abdurrahim Karakoç olsaydı, ne hicivler yazardı…
Rahmetli Ozan Arif, ne şiirler dile getirirdi…
Bir tasavvur edelim…
Açgözlü siyasetçilere çanak tutan, patronlarının ağzıyla konuşan gazetecileri mi yazayım…
İftiracılığı marifet sanan münevver görünümlüleri mi…
Televizyonlarda satılık kalemleri mi…
Yoksa kıçını sergileyen sanatçı bozuntularını mı?
Nereye dokunsam elimde kalıyor…
Bazen diyorum ki:
“Ya bu milletin delisi ben miyim?”
Bazen gözünü budaktan sakınmayan…
Bazen süt dökmüş kedi gibi…
Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan…
Bazen herkesim…
Bazen hiç kimseyim…
Ülkemin haline üzülüyor, sorumluluk duygusuyla hareket ediyorum.
Kabına sığamayan bir yürekle üzerime düşeni yapıyorum.
Bu da tarihi bir vesika olsun, okuyanlara…
En azından huzur-u mahşerde Allah’a derim ki:
“Üzerime düşeni yazmaya çalıştım.”
Peki, yalan konuşanlar, yalancı medya…
Siz nasıl hesap vereceksiniz? Hiç düşündünüz mü?
En iyisi, okuyalım gençler!
Kendimizi, beynimizi, şuurumuzu, hafızamızı yenileyelim.
Ama doğru kaynaktan okuyalım.
Okumak, insanı bin bir gözlü yapar.
Görerek okursanız, iyi anlarsınız.
Görmekten kasıt, resmetmektir elbette.
Karakterinde terör olan dağ partisi ve onların kravatlı müdavimleri olan dağ sıçanları bu ülkeye hiçbir fayda sağlamaz.
Ey yetkililer! İzlediğiniz politikaları iyi tartın.
Birilerinin kuklası olmayı bırakın, dirayetli olun.
Söylemlerle eylemleriniz birbirini tutmuyor.
Uygulanan politikalar, film olsa “saçma” diye izlenmez.
“Müslüman biri, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir.”
Söylemlere değil, eylemlere odaklanın, sorgulayın.
Bir sözü verenden ziyade uygulayan önemlidir.
Hükümetimiz görevini yapsın; bunun için vergi ödüyoruz.
Ama halkı uyuşturup, öğrenilmiş çaresizlikle hareketsiz bırakmayı icat ettiler.
Meclis lokantasında, kent lokantasından daha ucuza yemek yiyen milletvekillerine ne anlatacaksınız ki?
Seçim zamanı “tavşan havucu sever” misali biraz havuç gösteriyorlar, seçim bitince ne sistem kalıyor, ne kanun, ne adalet.
Verilen sözler unutuluyor.
Ahlak nerede?
Oysaki ahlak; ekmek gibi, su gibi, hava gibi…
Ne kadar muhtacız şimdi adalete!
Yazdığım bir dörtlükte şöyle diyordum:
Deme, kıymet veren yok, duraklama yerinde
En kıymetli hazine hep aranır derinde
İmanınla değerin her şeyin üzerinde
Masum haykırışlarla sana sesleniyorum
Elbette hatasız insan aramıyoruz, neticede insanız.
Bize dürüstlük ve mahcubiyet lazım.
Doğru insan, yanında da ardında da aynı olandır.
Dili süslü, yüreği paslı insanlar bizden uzak dursun!
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, gerçeğe yalan kadar değer verilmiyor.
Yalanın alıcısı çok, gerçeğin neredeyse hiç yok.
Bu yüzden doğruyu savunanlar da yalnız kalıyor…
Ama unutmayın: Kalite azınlıktır.
Peki, ne yapmalıyız?
Bu bataklıktan nasıl kurtulmalıyız?
Toplum, medya ve teknolojinin dayatmalarına karşı dirençli bir duruş sergilemeli.
Rabbimizi iyi anlamalı, helal ve haram çizgisine dikkat etmeli, ruhumuzu manevi gıdalarla doyurmalı; faydalı ilim tahsil edip şuurlu bir şekilde hayatımıza yön vermeliyiz.
Kalite, insanın yaşam koşullarında değil, ruhundadır.
Ruhu güzel, maneviyatla beslenen dostlara selam olsun. Vesselam.